Görevli olarak gittiğim Pakistan adlı muhteşem dost ve kardeş ülkede aklıma gelip de yazabildiklerim...
15 Temmuz 2011 Cuma
23 Şubat 2011 Çarşamba
İki isimli insanlar
Ben de onlardan biriyim, ama dost ve kardeş ülke Pakistan'da durum biraz farklı.
Burada neredeyse herkesin iki ismi var ama soyadı yok. Nasıl soyadı olmaz diyeceksiniz, yok işte. Bir kısım insanın var bir kısmının yok.
Soyadı ilginç bir kavram burada, soyadı babanın adı. mesela benim babamın adı Ali Veli olsun, benim adım da Abdurrahman, soyadım Ali oluyor, tüm ismim de Abdurrahman Ali.
Bazen babanın soyadını da almak isteyenler oluyor tabi, önemli bir soyadı ise, o zaman o kişinin adı da Abdurrahman Ali Veli oluyor, ama resmi kayıtlarda yine de Abdurrahman Ali yazmak zorunda kalıyorlar.
Peki, hani soyadı yoktu insanların diyeceksiniz, demeyin sakın. Abdurrahman Ali örneğinden yola çıkarak anlatabileceğim şu ki:
Pasaportta isim kısmına Abdurrahman Ali yazıp soyadını boş bırakıyorsunuz, veya soyadına Abdurrahman Ali yazıp ismini boş bırakıyorsunuz. Bazı yerlerde o yüzden -nasıl olduğunu ben de bilemiyorum- isim olarak Abdurrahman Ali soyadı yerine de Veli yazılabiliyor, ve diğer bazı yerlerde de isim olarak Abdurrahman soyadı yerine Ali Veli yazılabiliyor, ve daha kötüsü var.
Abdurrahman ismini Abdur ve Rahman olarak ikiye ayrılması tam bir fevkalbeşerriyet örneği. Adamın ismi Abdur soyadı Rahman Ali Veli olabiliyor -en uzun kombinasyon olarak-, evet olabiliyor. Olabiliyor.
Ayrıca son olarak hakikaten herkesin iki ismi var, Azamat Abdurrahman gibi, soyadı olarak da Ali Veli filan koyun. Muhakkak iki ismi var herkesin, Muhammad Siddique, Iftıkhar Ahmad, Taheer Baloch, Assef Ali, Jamil İshaq, Mahmood Sajjad, Seyful İslam, Tanwir Imran, Ashraf Raja, Syed Hassan gibi...
Mera naam Syed Muhammad Imran Azamat Khan he. Shukriye.
Not: Ayrıca biri bugün bana attığı mailde "Dear Mr. Emery" diye hitap etti. Baktım hemn sözlüğe, kesin bir anlamı vardır diye, "zımpara" demekmiş...
Burada neredeyse herkesin iki ismi var ama soyadı yok. Nasıl soyadı olmaz diyeceksiniz, yok işte. Bir kısım insanın var bir kısmının yok.
Soyadı ilginç bir kavram burada, soyadı babanın adı. mesela benim babamın adı Ali Veli olsun, benim adım da Abdurrahman, soyadım Ali oluyor, tüm ismim de Abdurrahman Ali.
Bazen babanın soyadını da almak isteyenler oluyor tabi, önemli bir soyadı ise, o zaman o kişinin adı da Abdurrahman Ali Veli oluyor, ama resmi kayıtlarda yine de Abdurrahman Ali yazmak zorunda kalıyorlar.
Peki, hani soyadı yoktu insanların diyeceksiniz, demeyin sakın. Abdurrahman Ali örneğinden yola çıkarak anlatabileceğim şu ki:
Pasaportta isim kısmına Abdurrahman Ali yazıp soyadını boş bırakıyorsunuz, veya soyadına Abdurrahman Ali yazıp ismini boş bırakıyorsunuz. Bazı yerlerde o yüzden -nasıl olduğunu ben de bilemiyorum- isim olarak Abdurrahman Ali soyadı yerine de Veli yazılabiliyor, ve diğer bazı yerlerde de isim olarak Abdurrahman soyadı yerine Ali Veli yazılabiliyor, ve daha kötüsü var.
Abdurrahman ismini Abdur ve Rahman olarak ikiye ayrılması tam bir fevkalbeşerriyet örneği. Adamın ismi Abdur soyadı Rahman Ali Veli olabiliyor -en uzun kombinasyon olarak-, evet olabiliyor. Olabiliyor.
Ayrıca son olarak hakikaten herkesin iki ismi var, Azamat Abdurrahman gibi, soyadı olarak da Ali Veli filan koyun. Muhakkak iki ismi var herkesin, Muhammad Siddique, Iftıkhar Ahmad, Taheer Baloch, Assef Ali, Jamil İshaq, Mahmood Sajjad, Seyful İslam, Tanwir Imran, Ashraf Raja, Syed Hassan gibi...
Mera naam Syed Muhammad Imran Azamat Khan he. Shukriye.
Not: Ayrıca biri bugün bana attığı mailde "Dear Mr. Emery" diye hitap etti. Baktım hemn sözlüğe, kesin bir anlamı vardır diye, "zımpara" demekmiş...
22 Şubat 2011 Salı
Türk Hava Yolları ve Pakistan International Airlines
Bugün ilk kez bir Pakistanlı'nın Türklere kırgın olduğunu öğrendim. THY ve PIA yüzünden hem de.
"Ama" dedim, "o iş aslında öyle değil.
Ve bu işler çok karışık"...
Sanırım anlatamadım ona da zaten.
"Ama" dedim, "o iş aslında öyle değil.
Ve bu işler çok karışık"...
Sanırım anlatamadım ona da zaten.
Pakistan'ın Devrimler açısından Dünü Bugünü ve Yarını
Ha geldi ha gelecek, az kaldı, bu sefalet bitecek, dost ve kardeş ülke Pakistan o büyük 22 ailenin sultasından kurtulacak, dayanın ey mücahidin ve yoldaşlar filan derken dost ve kardeş ülke Pakistan devrim trenini kaçıracak sanki...
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın devrim geçmişi hakkında çok detaylı bir malumatım yok aslında. Kişisel görüşlerimi paylaşmam gerekirse...
-Blog yazarken bile görüşlerimi paylaşmak için (kendimden de olsa) izin istemem çok ilginç geldi bir anda ama konuyu dağıtmamak adına bunu başka blog yazılarıma saklamayı uygun görüyorum-
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın kısa bir geçmişi hakkında bildiklerim:
Zamanında İngilizler'in geldiğini, sonra feci sömürdüklerini, sonra sanayi devrimi ile ve değişen ticaret yolları, kolaylaşan taşımacılık filan derken artık Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın zirai rezervlerinin anlamını kaybetmesiyle İngilizlerin burayı terketmesi, giderken yaptıklarını yakıp yıkmaması -ki bu bence dost ve kardeş ülke Pakistan'ın çok büyük bir şansı, yoksa nerede sulama kanalı inşa etmek, nerede içme suyu, konut gibi yaşamsal ihtiyaçların sağlanması, hala İngilizlerin ekmeğini yemekteler çoğu yaşamsal ihtiyaç konusunda-, sonra Afganistan ve Hindistan ile kapışmalar, hiçbir ilerleme olmaması, sonra iç karışıklıklar, sonra Muhammed Cinnah ve Muhammed İkbal sayesinde biraz biraz kıpırdanmalar, sonra iç karışıklıklar, sonra biraz daha kıpırdanmalar, sonra Ziya ül Hak ve kıpırdanmalar, sonra iç karışıklıklar, sonra Benazir Butto ve ne yazık ki biraz kıpırdanmalar ama daha çok iç karışıklıklar ve sonra Asıf Ali Zerdari ve hala karışıklıklar falan filan derken bugünlere geliyoruz.
Yani, biraz da üzülerek söylüyorum, dost ve kardeş ülke Pakistan'ın karnesi pek bir kötü...
Sanki tam ayağa kalkacaklar iken -ki bu benim iyimserliğim, gerçek olmadığını biliyorum ama dost ve kardeş ülke Pakistan'da yaşayan tüm dost ve kardeşlerim buna inanıyor diyebilirim- birileri kafalarına vurmuş, geri oturtmuş kalkmaya çalıştıkları yere gibi, ama işte değil.
Havadan mı sudan mı, yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum, belki çok dervişane yaşadıklarından "kanaatkarlık" dost ve kardeş ülke Pakistan'ın halkını özetleyen bir kelime.
Fakirlikte sınır tanımayan dost ve kardeş ülke Pakistan'ın halkı, halinden çok mutlu aslında. Açıklamam gerekirse:
1) Sadece ateşin keşfedildiği ve daha sonra herhangi bir keşfin yapılmadığı yerler, -cilalı taş devrine henüz geçilmemiş olduğunu söyleyebilirim, zira toprak kaplar veya testiler vs cilalı değil.- [Gökten nimet olarak geldiğine inandığım metal kaşık çatal bıçak ve bardakları başka türlü açıklamam mümkün değil ]
2) Ateşin keşfinden sonra tekerleğin de keşfedildiği yerler, -Tekerlek buralarda karşımıza öküz arabası şeklinde çıkıyor, basit keşifler statüsünde ele alınabilir-
3) Tekerleğin keşfinden sonra yer yer bisikletin de görüldüğü yerler,
4) Bisiklet sonrası dönemi: Gökten düşme sonucu keşfedilen motor ve basit motorlu araçlar
5) Medeniyet dönemi: Toyota ve Honda gibi markalardaki araçları görebildiğiniz yerler
6) İleri seviye: Prado, Hummer, Mercedes, Porsche gibi arabaların görüldüğü yerler
6. (yazıyla altıncı) yani ileri dönem sadece İslamabad, Lahor ve Karachi'nin üst seviyesinde yaklaşık 5000 kişlik bir insan topluluğunun hayatında yer almakta. [Kısa bir matematik işlemiyle 5000 / 180000000 = %0.0027 lik bir bölümü ifade ediyor aslında, 2,77777778 × 10-5 dost ve kardeş ülke Pakistan'ın ihmal edilebilecek bir kısmı]
Neyse, konuya geri dönelim, bunları niye anlattım, ilk 4 (yazıyla dört) dönemi yaşayan dost ve kardeş ülke Pakistan halkına baktığınızda yüzlerindeki gülümsemeyi görebiliyorsunuz. Gerçekten gülümsüyorlar, ve gerçek gülümsüyorlar. Zaten dost ve kardeş ülke Pakistan gerçekleri yaşayan bir ülke. Yalan yok onlarda, pek bir samimi ve içtenler. Yok demeyi bilmezler, diyet kola istediğinizde diyet kola yoksa yok demezler, normal kolanın içine tatlandırıcı atarlar öyle getirirler. Hmmm, içtenliklerini anlatamamış olabilirim ama olsun, bu da böyle bir anımdır işte...
Devrim diyorduk?
Devrim için getto şart.[Daha önce kimse bu kadar açık ve net söylememişse kendimi kutluyorum] İnsanlar televizyon seyredecek, %0.0027lik bölüme özenecek, neden bizim böyle birşeylerimiz -artık o herneyse- yok diyecekler, internetleri olacak, arkadaşlarıyla siyasi meseleleri tartışacaklar, forumlarda birbirlerine küfür edecekler, neden biz hergün ekmek ve mercimek çorbası içiyoruz ki, çapli kebab, şami köfte yemiyoruz, ben de kola içmek istiyorum [hahah, bunu kandırmak için söyledim, kola heryerde], artık yeter! diyecekler.
Arkadaşlarım, Dostlarım, Yoldaşlarım, Mücahidin, Ey Pencaplılar, Sindiler, Beluciler, Patanlar, Potohariler ve Gilgit Baltistanlılar, ve dahi Azad Cemmu Kaşmirliler;
Hayatı boyunca bir kez şapli kebap yemiş bir insanı bu tat çok mutlu ediyorsa, bu tat o insana 5 yıl boyunca yetiyorsa ne yapabilirsin?
Hatta hayatı boyunca şehre inmemiş bir insanı bir kez bir günlüğüne büyük bir şehre götürsen ve sonra köye döndüğünde bunu 10 yıl boyunca anlatan bir insanın mutluluğunu nasıl bozacaksın?
Hayatı boyunca televizyon diye birşeyden haberi olmamış, elektrik ve içme suyu konusunda en ufak bir fikirleri bile olmayan insanları nasıl bilgilendireceksin?
Zor...
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın devrim geçmişi hakkında çok detaylı bir malumatım yok aslında. Kişisel görüşlerimi paylaşmam gerekirse...
-Blog yazarken bile görüşlerimi paylaşmak için (kendimden de olsa) izin istemem çok ilginç geldi bir anda ama konuyu dağıtmamak adına bunu başka blog yazılarıma saklamayı uygun görüyorum-
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın kısa bir geçmişi hakkında bildiklerim:
Zamanında İngilizler'in geldiğini, sonra feci sömürdüklerini, sonra sanayi devrimi ile ve değişen ticaret yolları, kolaylaşan taşımacılık filan derken artık Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın zirai rezervlerinin anlamını kaybetmesiyle İngilizlerin burayı terketmesi, giderken yaptıklarını yakıp yıkmaması -ki bu bence dost ve kardeş ülke Pakistan'ın çok büyük bir şansı, yoksa nerede sulama kanalı inşa etmek, nerede içme suyu, konut gibi yaşamsal ihtiyaçların sağlanması, hala İngilizlerin ekmeğini yemekteler çoğu yaşamsal ihtiyaç konusunda-, sonra Afganistan ve Hindistan ile kapışmalar, hiçbir ilerleme olmaması, sonra iç karışıklıklar, sonra Muhammed Cinnah ve Muhammed İkbal sayesinde biraz biraz kıpırdanmalar, sonra iç karışıklıklar, sonra biraz daha kıpırdanmalar, sonra Ziya ül Hak ve kıpırdanmalar, sonra iç karışıklıklar, sonra Benazir Butto ve ne yazık ki biraz kıpırdanmalar ama daha çok iç karışıklıklar ve sonra Asıf Ali Zerdari ve hala karışıklıklar falan filan derken bugünlere geliyoruz.
Yani, biraz da üzülerek söylüyorum, dost ve kardeş ülke Pakistan'ın karnesi pek bir kötü...
Sanki tam ayağa kalkacaklar iken -ki bu benim iyimserliğim, gerçek olmadığını biliyorum ama dost ve kardeş ülke Pakistan'da yaşayan tüm dost ve kardeşlerim buna inanıyor diyebilirim- birileri kafalarına vurmuş, geri oturtmuş kalkmaya çalıştıkları yere gibi, ama işte değil.
Havadan mı sudan mı, yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum, belki çok dervişane yaşadıklarından "kanaatkarlık" dost ve kardeş ülke Pakistan'ın halkını özetleyen bir kelime.
Fakirlikte sınır tanımayan dost ve kardeş ülke Pakistan'ın halkı, halinden çok mutlu aslında. Açıklamam gerekirse:
1) Sadece ateşin keşfedildiği ve daha sonra herhangi bir keşfin yapılmadığı yerler, -cilalı taş devrine henüz geçilmemiş olduğunu söyleyebilirim, zira toprak kaplar veya testiler vs cilalı değil.- [Gökten nimet olarak geldiğine inandığım metal kaşık çatal bıçak ve bardakları başka türlü açıklamam mümkün değil ]
2) Ateşin keşfinden sonra tekerleğin de keşfedildiği yerler, -Tekerlek buralarda karşımıza öküz arabası şeklinde çıkıyor, basit keşifler statüsünde ele alınabilir-
3) Tekerleğin keşfinden sonra yer yer bisikletin de görüldüğü yerler,
4) Bisiklet sonrası dönemi: Gökten düşme sonucu keşfedilen motor ve basit motorlu araçlar
5) Medeniyet dönemi: Toyota ve Honda gibi markalardaki araçları görebildiğiniz yerler
6) İleri seviye: Prado, Hummer, Mercedes, Porsche gibi arabaların görüldüğü yerler
6. (yazıyla altıncı) yani ileri dönem sadece İslamabad, Lahor ve Karachi'nin üst seviyesinde yaklaşık 5000 kişlik bir insan topluluğunun hayatında yer almakta. [Kısa bir matematik işlemiyle 5000 / 180000000 = %0.0027 lik bir bölümü ifade ediyor aslında, 2,77777778 × 10-5 dost ve kardeş ülke Pakistan'ın ihmal edilebilecek bir kısmı]
Neyse, konuya geri dönelim, bunları niye anlattım, ilk 4 (yazıyla dört) dönemi yaşayan dost ve kardeş ülke Pakistan halkına baktığınızda yüzlerindeki gülümsemeyi görebiliyorsunuz. Gerçekten gülümsüyorlar, ve gerçek gülümsüyorlar. Zaten dost ve kardeş ülke Pakistan gerçekleri yaşayan bir ülke. Yalan yok onlarda, pek bir samimi ve içtenler. Yok demeyi bilmezler, diyet kola istediğinizde diyet kola yoksa yok demezler, normal kolanın içine tatlandırıcı atarlar öyle getirirler. Hmmm, içtenliklerini anlatamamış olabilirim ama olsun, bu da böyle bir anımdır işte...
Devrim diyorduk?
Devrim için getto şart.[Daha önce kimse bu kadar açık ve net söylememişse kendimi kutluyorum] İnsanlar televizyon seyredecek, %0.0027lik bölüme özenecek, neden bizim böyle birşeylerimiz -artık o herneyse- yok diyecekler, internetleri olacak, arkadaşlarıyla siyasi meseleleri tartışacaklar, forumlarda birbirlerine küfür edecekler, neden biz hergün ekmek ve mercimek çorbası içiyoruz ki, çapli kebab, şami köfte yemiyoruz, ben de kola içmek istiyorum [hahah, bunu kandırmak için söyledim, kola heryerde], artık yeter! diyecekler.
Arkadaşlarım, Dostlarım, Yoldaşlarım, Mücahidin, Ey Pencaplılar, Sindiler, Beluciler, Patanlar, Potohariler ve Gilgit Baltistanlılar, ve dahi Azad Cemmu Kaşmirliler;
Hayatı boyunca bir kez şapli kebap yemiş bir insanı bu tat çok mutlu ediyorsa, bu tat o insana 5 yıl boyunca yetiyorsa ne yapabilirsin?
Hatta hayatı boyunca şehre inmemiş bir insanı bir kez bir günlüğüne büyük bir şehre götürsen ve sonra köye döndüğünde bunu 10 yıl boyunca anlatan bir insanın mutluluğunu nasıl bozacaksın?
Hayatı boyunca televizyon diye birşeyden haberi olmamış, elektrik ve içme suyu konusunda en ufak bir fikirleri bile olmayan insanları nasıl bilgilendireceksin?
Zor...
17 Şubat 2011 Perşembe
16 Şubat 2011 Çarşamba
Dakika olmuş 70
Süper hızlı başladığımız bir maçtı, takım olarak bu maçı kazanacağımızdan ümitli olmak bir yana, bunun üstüne bir de şanlı bir zafer bile bekliyorduk.
Maçın ilk dakikaları başa baş bir mücadele sergilerdik diyebilirim, "sahada basılmadık yer kalmayacak" diye yola çıkmıştık, hakikaten de öyle oldu. Sahada basılamdık yer bırakmadık ve hücum oyununu sergilemek adına önce Khyber Pakhtunkhwa, sonra Punjab, sonra Belücistan ve Sindh bölgelerinde oyunumuzun en güzel yönlerini sergilemeye çalıştık. Devre aralarında bile boş durmadık, koştuk kurban kestik, koştuk boş alan aradık, koştuk gol atmaya çabaladık, ama böyle kapalı defanslara karşı oyunu açmak zordur, bunu da biliyorduk, erken gol bulamazsak üzülmeyecektik -aslında bu biraz yalan, ben erken gol bulamazsam üzülürüm hep-.
Azad Jammu Kashmir ve Gilgit Baltistan tarafları oyunumuzun aksayan yönleriydi, elimizden geldiğince kapatmaya çalıştık bu bölgelerdeki boşlukları ama zaten ana dört bölge bizi yeterince meşgul ediyordu, malum saha da epeyce geniş...
Neyse, oradan dene, buradan şansını ara, şuraları da kullanalım derken, bir baktım, benim tendonlarım bir anda atmaya, bağlarım kopmaya, kayışlarım gevşemeye (burada kayış anatomik bir elemanı simgelemekte), dilim dışarı sarkmaya, nefesim dışarıya verilememeye (çünkü nefes alamıyordum zaten artık) başlamış.
Dakika olmuş 60", kondüsyon da bir yere kadar idare ediyor, devre arasında içilecek su bulamadık ki biraz durup nefeslenelim, su yok, doğru düzgün besin yok, hep bir geçiştirme ile ikinci yarıya çıkmışım zaten, teknik direktör hala "koş koş, koşsana lan" diye bağırıyor, arada sahanın elektriklerinin gidip gelmesi zaten sinir bozucu, normal maçlarımı yaptığımız sahamızla 3 saatlik bir zaman farkı var, hakem biraz sorunlu bu konuda, sabah maça başladığımızda buranın saatine göre başlıyoruz ama maçın bitimini normalde maçlarımızı yaptığımız yerin saatine göre yapıyoruz zaten.Buna bir de karşı tarafın sert ve oynatmama üzerine kurulu oyun düzeni de tuz biber ve masala ekiyor, bu masala yüzünden çoğu zaman kimyon tükürüyorum sahaya, Servet'in kulakları çınlasın -kafama çok sert darbeler aldım, inanılmaz sert şutlar yedim kafama kafama, maç öncesi bonservisi elinde genç bir fitbolcuyken şimdi, bakıyorum da bonservisimi maç sırasında sahaya düşürmüşüm, bir türlü bulamıyorum-.
Hem fiziksel hem de mental olarak bitmeye başladığım dakikalarda "Hoca değiştirin beni" dercesine el hareketleri filan yaptım, kimse oralı olmadı. -Zaten zor bir hareket, insan yorulunca ellerini işaret parmaklarını filan kontrol edemiyor, neyse-. Ne yazık ki hem defansif (burada yazar defansif sözcüğüyle idari yönünü kastediyor) hem de ofansif (burada da miyendiz tarafından dem vuruyor) oyun oynamamın getirdiği bir dezavantaj olsa gerek, mecburen devam ettik oyuna, ama gelene vuruyorum gidene vuruyorum, yok işin kötü tarafı hakemle de konuşmaya başladık, zaten beynime kan gitmiyor artık, ne dediğimi bile bilmiyorum, adam kart mart gösterse haklı tabi, ama hoca görmüyor bunu, bazen içimden diyorum ki "Hakemle konuşsam da atsa beni" de o da içime sinmiyor bir türlü. Ayıptır söylemesi, takımın en formda, en gözde ismi benim, takım arkadaşlarım biraz zayıflar bana göre, yok övünmek değil, vallahi öyle, kırılgan fitbolcular hepsi...
Neyse, biraz soluklanma girişimimde -ayakkabılarımın bağını bağlama numarası, kimse yemez biliyorum ama olsun, artık tükeniş vaktidir bu vakit-, işte o vakit hangi vakittir diye saate bakmak istedim, skorborda baktım, 70. dakika diyor.
İşte artık hem literally, hem figuratively çöktüm orada yere, "Hocaaaa!" diye bağırdım, yine duymadılar. Biraz dinleneyim, bakayım gücüm kalmış mı, sonra kalkacağım artık, ya soyunma odalarına doğru mağrur bir biçimde yürüyeceğim -ne yazık ki koşamıyorum artık-, ya da oyunda kalacağım da bu tam anlamıyla kalmak olacak işte, yoksa oyuna katkı filan beklemesin hiç kimse benden artık.
Ha, bir de ücretime zam meselesini konuşmak istiyordum bu maçtan sonra ama fitbolculuk hayatım bittikten sonra kim bana para verir bilmiyorum, ama öncelikli amacım iyi bir tatil...
Artık önümüzdeki maçlara bakacağız. Herhalde jübile maçı olacak o da...
Boş boş bakıyorum önümüzdeki maçlara. Anlamsızca, çok anlamsızca.
Maçın ilk dakikaları başa baş bir mücadele sergilerdik diyebilirim, "sahada basılmadık yer kalmayacak" diye yola çıkmıştık, hakikaten de öyle oldu. Sahada basılamdık yer bırakmadık ve hücum oyununu sergilemek adına önce Khyber Pakhtunkhwa, sonra Punjab, sonra Belücistan ve Sindh bölgelerinde oyunumuzun en güzel yönlerini sergilemeye çalıştık. Devre aralarında bile boş durmadık, koştuk kurban kestik, koştuk boş alan aradık, koştuk gol atmaya çabaladık, ama böyle kapalı defanslara karşı oyunu açmak zordur, bunu da biliyorduk, erken gol bulamazsak üzülmeyecektik -aslında bu biraz yalan, ben erken gol bulamazsam üzülürüm hep-.
Azad Jammu Kashmir ve Gilgit Baltistan tarafları oyunumuzun aksayan yönleriydi, elimizden geldiğince kapatmaya çalıştık bu bölgelerdeki boşlukları ama zaten ana dört bölge bizi yeterince meşgul ediyordu, malum saha da epeyce geniş...
Neyse, oradan dene, buradan şansını ara, şuraları da kullanalım derken, bir baktım, benim tendonlarım bir anda atmaya, bağlarım kopmaya, kayışlarım gevşemeye (burada kayış anatomik bir elemanı simgelemekte), dilim dışarı sarkmaya, nefesim dışarıya verilememeye (çünkü nefes alamıyordum zaten artık) başlamış.
Dakika olmuş 60", kondüsyon da bir yere kadar idare ediyor, devre arasında içilecek su bulamadık ki biraz durup nefeslenelim, su yok, doğru düzgün besin yok, hep bir geçiştirme ile ikinci yarıya çıkmışım zaten, teknik direktör hala "koş koş, koşsana lan" diye bağırıyor, arada sahanın elektriklerinin gidip gelmesi zaten sinir bozucu, normal maçlarımı yaptığımız sahamızla 3 saatlik bir zaman farkı var, hakem biraz sorunlu bu konuda, sabah maça başladığımızda buranın saatine göre başlıyoruz ama maçın bitimini normalde maçlarımızı yaptığımız yerin saatine göre yapıyoruz zaten.Buna bir de karşı tarafın sert ve oynatmama üzerine kurulu oyun düzeni de tuz biber ve masala ekiyor, bu masala yüzünden çoğu zaman kimyon tükürüyorum sahaya, Servet'in kulakları çınlasın -kafama çok sert darbeler aldım, inanılmaz sert şutlar yedim kafama kafama, maç öncesi bonservisi elinde genç bir fitbolcuyken şimdi, bakıyorum da bonservisimi maç sırasında sahaya düşürmüşüm, bir türlü bulamıyorum-.
Hem fiziksel hem de mental olarak bitmeye başladığım dakikalarda "Hoca değiştirin beni" dercesine el hareketleri filan yaptım, kimse oralı olmadı. -Zaten zor bir hareket, insan yorulunca ellerini işaret parmaklarını filan kontrol edemiyor, neyse-. Ne yazık ki hem defansif (burada yazar defansif sözcüğüyle idari yönünü kastediyor) hem de ofansif (burada da miyendiz tarafından dem vuruyor) oyun oynamamın getirdiği bir dezavantaj olsa gerek, mecburen devam ettik oyuna, ama gelene vuruyorum gidene vuruyorum, yok işin kötü tarafı hakemle de konuşmaya başladık, zaten beynime kan gitmiyor artık, ne dediğimi bile bilmiyorum, adam kart mart gösterse haklı tabi, ama hoca görmüyor bunu, bazen içimden diyorum ki "Hakemle konuşsam da atsa beni" de o da içime sinmiyor bir türlü. Ayıptır söylemesi, takımın en formda, en gözde ismi benim, takım arkadaşlarım biraz zayıflar bana göre, yok övünmek değil, vallahi öyle, kırılgan fitbolcular hepsi...
Neyse, biraz soluklanma girişimimde -ayakkabılarımın bağını bağlama numarası, kimse yemez biliyorum ama olsun, artık tükeniş vaktidir bu vakit-, işte o vakit hangi vakittir diye saate bakmak istedim, skorborda baktım, 70. dakika diyor.
İşte artık hem literally, hem figuratively çöktüm orada yere, "Hocaaaa!" diye bağırdım, yine duymadılar. Biraz dinleneyim, bakayım gücüm kalmış mı, sonra kalkacağım artık, ya soyunma odalarına doğru mağrur bir biçimde yürüyeceğim -ne yazık ki koşamıyorum artık-, ya da oyunda kalacağım da bu tam anlamıyla kalmak olacak işte, yoksa oyuna katkı filan beklemesin hiç kimse benden artık.
Ha, bir de ücretime zam meselesini konuşmak istiyordum bu maçtan sonra ama fitbolculuk hayatım bittikten sonra kim bana para verir bilmiyorum, ama öncelikli amacım iyi bir tatil...
Artık önümüzdeki maçlara bakacağız. Herhalde jübile maçı olacak o da...
Boş boş bakıyorum önümüzdeki maçlara. Anlamsızca, çok anlamsızca.
Ay takvimi
ufak not,
hilal görmek biraz sıkıntılı burada, sebebi de sanırım rüyet-i hilal komitesinin başı olan Shaykh-ul-Islam Dr.Tahir-ul-Qadri.
resmini ekte yolluyorum.
kurban bayramını da 2 gün geç başlatmışlardı. gerçi yine görememişlerdi ama utandılar sanırım ve artık tamamdır diyerek "hadi Eid Mubarak" dediler en sonunda...
Görememesi çok doğal bence :)
Melaba 3 (yazıyla üç)
14 Şubat 2011 Pazartesi
Islamabad'da 14 Şubat St. Valentine's Day
Utanmasam fotoğraf çekerdim, böylece kimse beni yalancılıkla suçlayamazdı, ama bugün İslamabad'ın heryeri kırmızı kalp şekilli uçan balonlarla doluydu, kameralar filan devamlı çekim yapıyor, mesela ary tv çiçekçilerin önünde elinde bir buket gül ile gülerek birşeyler anlatan bir kızla röportaj yapıyordu.
İslamabad St. Valentine's Day kutluyor, o zaman bana düşen "St. Valentine's Day Mubarak Pakistan" demek...
Buradan çıkarttığım hisse: İslamabad'a gelen bir yabancı Pakistan'ı kesinlikle anlayamaz. İslamabad Pakistan'ı yansıtmıyor. Anlatamadım, kısa kesiyorum.
Denebilir ki, belki de mevlit kandili içindir bu hazırlıklar, hayır değil. Burada mevlit kandili 17 şubatta.
Off, bu da ayrı bir konunun başlığı olsun, mesela "Rüyet-i Hilal ve dost ve kardeş ülke Pakistan" gibi...
İslamabad St. Valentine's Day kutluyor, o zaman bana düşen "St. Valentine's Day Mubarak Pakistan" demek...
Buradan çıkarttığım hisse: İslamabad'a gelen bir yabancı Pakistan'ı kesinlikle anlayamaz. İslamabad Pakistan'ı yansıtmıyor. Anlatamadım, kısa kesiyorum.
Denebilir ki, belki de mevlit kandili içindir bu hazırlıklar, hayır değil. Burada mevlit kandili 17 şubatta.
Off, bu da ayrı bir konunun başlığı olsun, mesela "Rüyet-i Hilal ve dost ve kardeş ülke Pakistan" gibi...
11 Şubat 2011 Cuma
Saçma sapan zamanlarda ve/ya yerlerde insanın aklına geliveren saçma sapan tespitler
Başlığı attıktan hemen sonra biraz acımasız bir başlık olduğunu farkettim aslında. Çünkü aklıma geliveren şey belki o kadar da saçma değildir, kimbilir?
Bunun saçma sapanlığına kim karar verecek, muhtemelen ben, o zaman o kadar da saçma sapan değil aslında.
Neyse, tespitim şudur ki:
"Pakistan'da avize sistemi yerine aplik ve abajur sisteminin gelişmesinin sebebi pervane şeklindeki fanlardır."
Şimdilik söylemek istediklerim sadece bunlar.
Bunun saçma sapanlığına kim karar verecek, muhtemelen ben, o zaman o kadar da saçma sapan değil aslında.
Neyse, tespitim şudur ki:
"Pakistan'da avize sistemi yerine aplik ve abajur sisteminin gelişmesinin sebebi pervane şeklindeki fanlardır."
Şimdilik söylemek istediklerim sadece bunlar.
10 Şubat 2011 Perşembe
Yoksulluk sınırı
Demiştim ya, burada fakirliğin yoksulluğun sınırı ucu bucağı yok, varmış.
UNDP diyor ki:
"The country continues has a combined literacy rate of 49.9% and the percentage of people living below Poverty Line i.e. Rs. 944.47 (USD $16 approx) per adult equivalent per month is 22.32 %"
Diyeceğim şu, her iki insandan birisi okuma yazma bilmiyor ve insanların %22.32'si de ayda yaklaşık 16 (onaltı) Amerikan dolarının altında geçimlerini sağlamaya çalışıyor. Henüz hayatında para görmemiş insanları düşününce bu rakamın da çok fena olmadığını düşündüm şimdi...
Devletin hazırladığı belgelerdeki öncelikleri buraya kopyalamakla boşa vakit harcıyorum çünkü,
UNDP diyor ki:
"The country continues has a combined literacy rate of 49.9% and the percentage of people living below Poverty Line i.e. Rs. 944.47 (USD $16 approx) per adult equivalent per month is 22.32 %"
Diyeceğim şu, her iki insandan birisi okuma yazma bilmiyor ve insanların %22.32'si de ayda yaklaşık 16 (onaltı) Amerikan dolarının altında geçimlerini sağlamaya çalışıyor. Henüz hayatında para görmemiş insanları düşününce bu rakamın da çok fena olmadığını düşündüm şimdi...
Devletin hazırladığı belgelerdeki öncelikleri buraya kopyalamakla boşa vakit harcıyorum çünkü,
The government has released its Public Sector Development Programme (PSDP) around five priority areas during 2008-09. The priority areas are:
- Providing a comprehensive safety net against severe hardships faced by the poor & vulnerable groups;
- Overcoming the Energy and Water Crisis in a planned & systematic manner;
- development and uplift of Baluchistan and NWFP and Special Areas (FATA, PAK and Northern Areas);
- Reviving growth in agriculture and in manufacturing so as to overcome food shortages and generate vitally needed incomes and employment;
- Building up human resources with education at all levels.
Yani, birincisi fakirleri koruyacak sosyal bir güvenlik ağı. Bence ya yanlış anlamışlar bunu, fakirleri soyutlama daha kolay gelmiş ya da...
İkincisi enerji ve su sorunlarının çözülmesi -planlı ve sistematik bir çözüm de yazmışlar ama plan ve sistem pek dost ve kardeş ülke Pakistan'a göre değil- konusunda gördüğüm şey elektrik kesintisi ve çalışma saatlerinin sabah 8 öğlen 3 arasında olması. Su ise ayrı bir boyut, ben baraj gibi çözümler düşünürdüm ilk etapta ama su için ne yapılıyor hiç bir fikrim yok...
Üçüncüsü çok eğlenceli, Belücistan ve Khyber Pakhtunkhwa'yı geçtim, özellikle FATA, PAK ve Kuzeydeki bölgelerin kalkındırılması muhteşem bir ütopya. Tebrik ediyorum.
Dördüncüsü tarımı arttırmak, daha ne kadar artabilir, onu da bilmiyorum. en az 180 milyon kişiye yeten bir tarımları var ya, o yüzden...
Beşincisi, en makulü, buradan başlanmalı ama ne yazık ki 15000 kişilik bir yerde sace 80 metrekarelik iki odadan oluşan bir okul varsa nereden başlamalı onu da bilemedim ben...
Ne biliyorum peki? Yoksulluk sınırından girdik, nereden çıktım, ne biliyorum ben??
Suicide bomber kills 30 soldiers in Mardan
Bir belgesel, bir fenomen. İncelenmesi gereken bir durum.
Belgesel çok çarpıcı başlıyor. Lise kıyafetleri içinde bir genç dost ve kardeş ülke Pakistan'ın askeri eğitim kampına sabah eğitimi sırasında giriyor ve "bum!", 30 asker ölüyor, 40 kişi yaralı.
Asker bilgi vermeyi ağırdan alıyor, belli ki kendileri de şaşkın. Zaten böyle yerlerin genelde aşırı korunduğu bilinmekte, ama nasıl oldu diye sorunca cevap verilemiyor işte...
Olayı kim üstlendi? Henüz kimse üstlenmedi.
Kimden şüpheleniliyor? Taliban.
Film hakkında ne dediler:
Herkes suskunluğunu koruyor, unutulana dek...
Böylesine sıradan bir film neden en iyi film oldu peki? Dediğim gibi, bu sadece son iki saatin en iyi 5 filmi listesi. Bunları da unutuyoruz işte. Bak, unuttum bile.
Sıkıntı basması ve Pakistan'daki son iki saatte çekilmiş en iyi 5 film
Matbaanın icadından beri bu kadar sıkıntı basmamıştım. Sebep için dost ve kardeş ülke Pakistan'ın en büyük gazetelerinden "dawn"a bakmak yeterli:
Latest news:
05) PIA staff on strike; many flights cancelled:
Merhaba, Türk Hava yolları bizim hatlarımızı alıyor ve biz işten çıkarılıyor temalı bir çalışma. 25000 kişinin etkilendiği bu olaylarda -ki burası için az bir rakam bence- bir çok kişi yaralandı, polis aşırı güç kullanıyor. Aksiyon ve macera bir arada.
04) Pakistan successfully test fires Hatf-VII missile:
Merhaba, yeni bir füze deniyoruz biz temalı film çok geniş yankı buldu dost ve kardeş ülke Pakistan'daç Tam olarak bir sayı vermem gerekir ise etki alanı 600 km. Klasik bir savaş filmi.
03) Militants blow up gas pipeline in Balochistan:
Bol vurdulu kırdılı efekti yanarlı dönerli yeni bir film. Film yeni ama konusu eski. Belücistan eyalitinin başkenti Quetta'da (kueda diye okunuyor, lütfen "ketta" veya daha kötüsü "köyte" demeyin) ana gaz boru hattı militanlarca patlatılır. 200bin kişilik etki alanı olan bir film. Boru hattının tamir edilmesi en az iki gün alacaktır, o da askerler gerkli desteği verirse. Gerilim ve macera iç içe.
02) Three accused of spying for US found dead in North Waziristan:
Bir nevi James Bond uyarlaması, ama daha acımasız gerçeklerle karşı karşıyayız. Casuslar ölmüşse onlar bizim değil demenin ne anlamı olabilir ki? Derin devlet bu filmde mercek altına alınıyor.
ve en büyük gişe hasılatı yapan filmimiz:
6 Şubat 2011 Pazar
Muson Yağmurları
Bir muson yağmurları mevsimi ile daha beraberiz. Şu anda gökyüzünden yağmur iniyor aşağıya, buna yağmak diyemiyorum, çünkü normal şartlarda yağmur böyle yağmaz, ya bu yağmur değil, ya da muson yağmuru dediğimiz buysa muson yapmuru yağmıyor, gökten iniyor.
Döndükten sonra yazmayı düşündüğüm ilk yazı bu değildi, ama Allah dost ve kardeş ülke Pakistan'ın yardımcısı olsun, işleri çok zor, çok...
Döndükten sonra yazmayı düşündüğüm ilk yazı bu değildi, ama Allah dost ve kardeş ülke Pakistan'ın yardımcısı olsun, işleri çok zor, çok...
20 Ocak 2011 Perşembe
19 Ocak 2011 Çarşamba
Flaş Flaş Flaş, yine sallandık...
Bu sefer 7.4 ile merkez üssü Belücistan -gerçi ben Pencap ile birleştirdikten sonra Pencüstan olmuştu ya, neyse- olan bir deprem yaşadık.
Bu deprem benim burada yaşadığım 4. veya 5. deprem. İlginç olan, en az bu depremde sallanmış olmamız. Normal şartlarda hemen ayağa fırlayıp "Neme lazım, çöker filan bu ev şimdi" diyerek kendimizi dışarı atarken, bu depremde hiç etkilenmedim bile diyebilirim, yataktan biraz doğrulup etrafımı usulca dinleyip inceledikten sonra birşey olmadığını anlayınca geri yattım sadece.
Neyse, deprem burada gece yarısı oldu ama Türkiye ile saat farkı yüzünden -çünkü Türkiye'de o kadar da geç bir vakit değildi- arayanlara gevrek gevrek uyuduğumu söyledim. Sabah da depremden dolayı üzerimdeki ilgi büyüktü. Her sorana genel itibariyle aynı şeyleri söyledim:
"Depremin etkisi pek de büyük olmadı, çünkü 2010'da buraları sel vurmuştu, zaten Belücistan'da yıkılabilecek çok fazla ev diyebileceğimiz konut tipinden yok, insanlar çamurdan evimsi duvarlar arasında yaşarken, gelen sel bunların hepsini silip süpürmüştü.(bu arada bu tarz çamurdan evlere kacha house/kaça ev deniyor burada) Ha, tabi bazı evler de tuğladandı (bunlara da paka deniyor), o yüzden de sadece sele dayanabilmiş olan bu evler yıkılmış bu depremde de.
Kısacası burada kaybedecek hiçbirşeyi kalmamış insanlar için bu 7.4 şiddetindeki deprem çok da etkili olmadı.
-Çok fakirim, üstümde gördüğünüz bu elbise dışında hiçbir giysim yok.
-Asıl ben çok fakirim, üstümde görebileceğiniz bir elbise bile yok.
-Hayır, asıl ben çok fakirim, üstümde elbise olmadığı gibi, karnım da aç.
-Yo dostum yo, asıl ben fakirim, çünkü hem elbisem yok, hem karnım çok aç, hem de 7 adet çocuk sahibiyim.
-Hahah, ben gülüyorum size, çünkü en fakiriniz benim ve benim elbisem de yok, karnım çok aç, 9 çocuğum var ve hepsi aç, üstüne üstlük evim önce selden, tamir ettikten sonra da depremden tekrar tekrar yıkıldı, 9 çocuk dışındaki tüm aile fertlerini bu afetlerde kaybettim, işim de yok zaten, tarlalarda işçi olarak çalışıyordum, tarlalar da sel yüzünden gitti.
-işin ilginç yanı, bunları söyleyenlerin hepsi hala gülümseyebiliyor bir şekilde-
gibi konuşmalar o kadar doğal ki burada...
Nereden başlamalı?
Ben hala Sincap, Pencüstan derdindeyim.Ne desem boş."
Evet, bunları söyledim soranlara...
Not: Depremin üstünden bir gün geçmesine rağmen hala hal hatır soran arkadaşlarıma ayrıca teşekkür eder, yarınki doğumgünümü de kutlamaları hususunu bilgilerine arz/rica ederim. -sanki burayı okuyacaklarmış gibi, bir çoğunun hala haberi yok böyle bir sayfa olduğundan...-
Daha ne denebilir ki? "Pak-Turki Dosti Zindabad!"
Bu deprem benim burada yaşadığım 4. veya 5. deprem. İlginç olan, en az bu depremde sallanmış olmamız. Normal şartlarda hemen ayağa fırlayıp "Neme lazım, çöker filan bu ev şimdi" diyerek kendimizi dışarı atarken, bu depremde hiç etkilenmedim bile diyebilirim, yataktan biraz doğrulup etrafımı usulca dinleyip inceledikten sonra birşey olmadığını anlayınca geri yattım sadece.
Neyse, deprem burada gece yarısı oldu ama Türkiye ile saat farkı yüzünden -çünkü Türkiye'de o kadar da geç bir vakit değildi- arayanlara gevrek gevrek uyuduğumu söyledim. Sabah da depremden dolayı üzerimdeki ilgi büyüktü. Her sorana genel itibariyle aynı şeyleri söyledim:
"Depremin etkisi pek de büyük olmadı, çünkü 2010'da buraları sel vurmuştu, zaten Belücistan'da yıkılabilecek çok fazla ev diyebileceğimiz konut tipinden yok, insanlar çamurdan evimsi duvarlar arasında yaşarken, gelen sel bunların hepsini silip süpürmüştü.(bu arada bu tarz çamurdan evlere kacha house/kaça ev deniyor burada) Ha, tabi bazı evler de tuğladandı (bunlara da paka deniyor), o yüzden de sadece sele dayanabilmiş olan bu evler yıkılmış bu depremde de.
Kısacası burada kaybedecek hiçbirşeyi kalmamış insanlar için bu 7.4 şiddetindeki deprem çok da etkili olmadı.
-Çok fakirim, üstümde gördüğünüz bu elbise dışında hiçbir giysim yok.
-Asıl ben çok fakirim, üstümde görebileceğiniz bir elbise bile yok.
-Hayır, asıl ben çok fakirim, üstümde elbise olmadığı gibi, karnım da aç.
-Yo dostum yo, asıl ben fakirim, çünkü hem elbisem yok, hem karnım çok aç, hem de 7 adet çocuk sahibiyim.
-Hahah, ben gülüyorum size, çünkü en fakiriniz benim ve benim elbisem de yok, karnım çok aç, 9 çocuğum var ve hepsi aç, üstüne üstlük evim önce selden, tamir ettikten sonra da depremden tekrar tekrar yıkıldı, 9 çocuk dışındaki tüm aile fertlerini bu afetlerde kaybettim, işim de yok zaten, tarlalarda işçi olarak çalışıyordum, tarlalar da sel yüzünden gitti.
-işin ilginç yanı, bunları söyleyenlerin hepsi hala gülümseyebiliyor bir şekilde-
gibi konuşmalar o kadar doğal ki burada...
Nereden başlamalı?
Ben hala Sincap, Pencüstan derdindeyim.Ne desem boş."
Evet, bunları söyledim soranlara...
Not: Depremin üstünden bir gün geçmesine rağmen hala hal hatır soran arkadaşlarıma ayrıca teşekkür eder, yarınki doğumgünümü de kutlamaları hususunu bilgilerine arz/rica ederim. -sanki burayı okuyacaklarmış gibi, bir çoğunun hala haberi yok böyle bir sayfa olduğundan...-
Daha ne denebilir ki? "Pak-Turki Dosti Zindabad!"
17 Ocak 2011 Pazartesi
Pencüstan
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ı tek yürek tek bilek haline getirme çabalarım devam ediyor.
Pencap ve Sind eyaletlerini "Sincap" adı altında birleştirdikten sonra, şimdi de Pencap ve Belücistan eyaletlerini "Pencüstan" adı altında birleştirdim.
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın mottosu üzere "United we stand!" yani "Birlikte ayakta kalırız".
Bu da benim onların birlikteliğine ve ayakta kalmalarına ufak bir desteğim ve katkım olsun.
Pencap ve Sind eyaletlerini "Sincap" adı altında birleştirdikten sonra, şimdi de Pencap ve Belücistan eyaletlerini "Pencüstan" adı altında birleştirdim.
Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın mottosu üzere "United we stand!" yani "Birlikte ayakta kalırız".
Bu da benim onların birlikteliğine ve ayakta kalmalarına ufak bir desteğim ve katkım olsun.
16 Ocak 2011 Pazar
Hangisi daha önemli? Elektrik mi, yoksa su mu?
Saçma bir soru gibi gelebilir bu ilk bakışta. Mesela Ankaralılar bilirler, suyun kesilmesi çok kötüdür, oysa ki herkes bilir ki elektrik kesilmesi çok daha kötüdür, çünkü bilgisayar başındayken elektrikler kesildiğinde insanın canı sıkılır ve televizyon seyrederek elektrik kesintisinin geçmesini beklemek ister, ama mümkün değil tabi.
Etrafımızdaki bunca şey elektrikle çalışırken elektrik çok daha önemlidir değil mi? Ama biz su kesintisine daha çok tepki gösteririz, çünkü yazın sıcağında sular kesilmişse her türlü elektrikli alet çalışırken pis pis oturmak kimseyi mutlu etmez, halbuki elektrik kesintisi dediğin olsun olsun bir saat kadar sürsündür.
Sanırım önemli olan kesintinin süresi. Ne kadar kısa o kadar iyi tabi ki, ama bir kesintiye tahammül sınırı nedir, ne olmalıdır?
Dost ve Kardeş ülke Pakistan'ın başkenti olan İslamabad'da dahi günde 4-5 kez birer saatlik elektrik kesintileri olmakta, ama çok şükür su kesilmiyor. Bir süre sonra insan alışıyor tabi, çünkü İslamabad dışındaki çoğu yerde elektrik sadece birkaç saat boyunca var, şükretmeyi öğreniyor insan bir yerden sonra, çünkü İslamabad dışındaki çoğu yerde içme suyu da sadece kuyu suyu olarak bulunuyor, o da şanslı yerlerde. Hala, 2011 yılında bile, hala insanlar çukurlarda su biriktirip oradan su içiyorlar.
Bunun müsebbibi ise elektrik yetersizliği bence. Eğer elektrik olsaydı -ki bu aslında aynı zamanda hidro elektrik santralleri anlamına da gelecektir Pakistan'da-, insanlar suya da kavuşacaktı. Sadece hidroelektrik santralleri olarak bakmıyorum, bildiğimiz su kuyularının pompaları türbinleri de elektrikle çalışıyor ne yazık ki, insan istiyor ki alternatif bir enerji olsun, elektriğe muhtaç olmasın kimse, ama şu an elektrikle çalışıyor çoğu pompa ve türbin.
Bir sonuca varmam gerekirse:
Bence de su kesintisi kesinlikle daha kötü, insan elektriksiz yaşar ama temizlik olmadan yaşaması mümkün değil, yani elektriksizlik öldürmüyor ama susuzluk öldürüyor cidden. -özellikle Pakistan şartlarında-
Ama susuzluğun sebebinin de elektriksizlik olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, Pakistan'ın asıl sorununun susuzluk değil elektriksizlik olduğunu anlıyoruz.
Benim bu sonucu farkına varmamı sağlayan dost ve kardeş ülke Pakistan'a teşekkürü bir borç bilirim.
-11 Aralık 2010'da başlayıp henüz bitirebildiğim yazı-
Etrafımızdaki bunca şey elektrikle çalışırken elektrik çok daha önemlidir değil mi? Ama biz su kesintisine daha çok tepki gösteririz, çünkü yazın sıcağında sular kesilmişse her türlü elektrikli alet çalışırken pis pis oturmak kimseyi mutlu etmez, halbuki elektrik kesintisi dediğin olsun olsun bir saat kadar sürsündür.
Sanırım önemli olan kesintinin süresi. Ne kadar kısa o kadar iyi tabi ki, ama bir kesintiye tahammül sınırı nedir, ne olmalıdır?
Dost ve Kardeş ülke Pakistan'ın başkenti olan İslamabad'da dahi günde 4-5 kez birer saatlik elektrik kesintileri olmakta, ama çok şükür su kesilmiyor. Bir süre sonra insan alışıyor tabi, çünkü İslamabad dışındaki çoğu yerde elektrik sadece birkaç saat boyunca var, şükretmeyi öğreniyor insan bir yerden sonra, çünkü İslamabad dışındaki çoğu yerde içme suyu da sadece kuyu suyu olarak bulunuyor, o da şanslı yerlerde. Hala, 2011 yılında bile, hala insanlar çukurlarda su biriktirip oradan su içiyorlar.
Bunun müsebbibi ise elektrik yetersizliği bence. Eğer elektrik olsaydı -ki bu aslında aynı zamanda hidro elektrik santralleri anlamına da gelecektir Pakistan'da-, insanlar suya da kavuşacaktı. Sadece hidroelektrik santralleri olarak bakmıyorum, bildiğimiz su kuyularının pompaları türbinleri de elektrikle çalışıyor ne yazık ki, insan istiyor ki alternatif bir enerji olsun, elektriğe muhtaç olmasın kimse, ama şu an elektrikle çalışıyor çoğu pompa ve türbin.
Bir sonuca varmam gerekirse:
Bence de su kesintisi kesinlikle daha kötü, insan elektriksiz yaşar ama temizlik olmadan yaşaması mümkün değil, yani elektriksizlik öldürmüyor ama susuzluk öldürüyor cidden. -özellikle Pakistan şartlarında-
Ama susuzluğun sebebinin de elektriksizlik olduğunu göz önünde bulundurduğumuz zaman, Pakistan'ın asıl sorununun susuzluk değil elektriksizlik olduğunu anlıyoruz.
Benim bu sonucu farkına varmamı sağlayan dost ve kardeş ülke Pakistan'a teşekkürü bir borç bilirim.
-11 Aralık 2010'da başlayıp henüz bitirebildiğim yazı-
14 Ocak 2011 Cuma
Amnezik afazi ve Pakistan
Havasından galiba, insan bırak 10 yıl 1 yıl öncekileri 1 hafta hatta 1 gün 1 saat veya 1 dakika öncekileri bile unutuyor. İyi mi kötü mü bilemedim.
Bilinsin istedim. Haberiniz olsun istedim.
-yazmış da yayınlamamışım bunu-
Bilinsin istedim. Haberiniz olsun istedim.
-yazmış da yayınlamamışım bunu-
Burası ayrı bir dünya
-bu başlığı 05/12/2010 tarihinde neden açtığımı bilemiyorum, ama yeterli bir cümle. Evet, burası ayrı bir dünya, ayrı bir boyut, ayrı bir evren-
Armango
Armango benim bulduğum kelimelerden sadece biri.
Armango bir meyve, Pakistan'da bu meyveye "amrut" diyorlar, "amrut" değil, ısrarla sordum "a-m-r-u-t". Şekli aynı armut oysa ki... Israr ettim bu sefer, "Yahu yanlış anlamışsınız siz, kim öğretti size bunu amrut diye, armuttur o armut" dediysem de onlar da yemem konusunda ısrar ettiler. Şeklen "armut" olsa da adamlar haklı, bu kesinlikle armut değil. Tadı daha çok "mango"ya benziyor. O yüzden son teklifi yapıp "Amrut değil de armango desenize buna" dedim, kabullenmediler pek. Zaten tadını pek sevmedim ben de, "Tamam, sizin dediğiniz gibi olsun" diye içimden "Şükriye, kaafi kaafi, bas bas, şükriye" diye dışımdan söylendim.
Not: Şimdi bir grup zeki insan "Wikipedia'ya baktık, senin amrut dediğin meyve aslında Guava meyvesiymiş" diyecektir, ama benim yediğim amrut guava değildi, guava da yedim, o da amrut değil aslında, yani aralarındaki farkı bilebiliyorum.
...ve bu meyvelerden hiçbiri armut veya mango değil.
Tekrar teşekkür ederim.
Armango bir meyve, Pakistan'da bu meyveye "amrut" diyorlar, "amrut" değil, ısrarla sordum "a-m-r-u-t". Şekli aynı armut oysa ki... Israr ettim bu sefer, "Yahu yanlış anlamışsınız siz, kim öğretti size bunu amrut diye, armuttur o armut" dediysem de onlar da yemem konusunda ısrar ettiler. Şeklen "armut" olsa da adamlar haklı, bu kesinlikle armut değil. Tadı daha çok "mango"ya benziyor. O yüzden son teklifi yapıp "Amrut değil de armango desenize buna" dedim, kabullenmediler pek. Zaten tadını pek sevmedim ben de, "Tamam, sizin dediğiniz gibi olsun" diye içimden "Şükriye, kaafi kaafi, bas bas, şükriye" diye dışımdan söylendim.
Not: Şimdi bir grup zeki insan "Wikipedia'ya baktık, senin amrut dediğin meyve aslında Guava meyvesiymiş" diyecektir, ama benim yediğim amrut guava değildi, guava da yedim, o da amrut değil aslında, yani aralarındaki farkı bilebiliyorum.
...ve bu meyvelerden hiçbiri armut veya mango değil.
Tekrar teşekkür ederim.
Pakhto veya Paştuca veya sanırım Peştunca
Geçen gün TRT'de Khyber Pakhtunkhwa'ya Hayder Peştunya dediklerini duyunca cinlerim tepeme çıktı. Siz nasıl olur da yılların Khyber Pakhtunkhwa'sına Hayder Peştunya dersiniz diye içimden ve hatta dışımdan geçirirken aslında Khyber Pakhtunkhwa (bundan sonra kısaca KPK olarak bahsedilecektir) isminin de North West Frontier Province (bundan sonra kısaca NWFP olarak bahsedilecektir) olarak değiştirildiği aklıma geldi, sonra dedim ki, zaten hiç bir Patan KPK veya NWFP olarak bahsetmez bu yerlerden, onlar için oralar hep "Serhad"dır (bundan sonra kısaca Serhad olarak bahsedilecektir).
Patan demişken, ben Afganistan'daki Patan ilinden veya Gujarat'taki Patan ilinden de bahsetmiyorum.Patan dediğim Serhad'da yaşayan seçkin, zeki, sağlıklı ve ahlaklı bir etnik grup. Tamam hepsini uydurdum ama Patan diye bir grup var, ve geç de olsa Pakistan'da herkesin onlarla dalga geçtiğini, hatta artık bu şakalardan pek hoşlanmadıklarını öğrendiğimde bildiğim bir kaç kelimelik Urdu ile "Me Patan, me Patan" diye dolanıyordum bile...
Patanlara göre kendileri yiğit mert ve zekiler. Pakistan'ın geleceği onlar ve Serhad ilinde yaşıyorlar. Dilleri de Paştu. ya da Pakhto, veya Paştuca veya Paştunca. Bu dil ile ilgili de bir sürü etnik kökenli fıkra var ama bunları anlatmayacağım.
Urdu dilini tüm halkın %20si biliyorken, ben nasıl olur da bir Patan olarak kendi dilim olan Pakhto dilini bilmem dedim, sonra da Urdu eğitimimi yarıda keserek Pakhto öğrenmeye başladım. İlk gün öğrendiğim kelimeleri de buraya not ediyorum: raşa, za, bas. yani gel git dur. Hayatımı idame ettirebilmek için yeterli bir kelime hazinem var. ya da haznem. Çok darda kalırsam diye de "oborora" yani "su getir" demeyi de aklımın bir köşesinde tutuyorum.
Sanırım şu andan itibaren Pakistan halkının %80'inden fazlasıyla anlaşabilecek konuma geldim. Emeği geçenlere çok teşekkür ederim.
Patan demişken, ben Afganistan'daki Patan ilinden veya Gujarat'taki Patan ilinden de bahsetmiyorum.Patan dediğim Serhad'da yaşayan seçkin, zeki, sağlıklı ve ahlaklı bir etnik grup. Tamam hepsini uydurdum ama Patan diye bir grup var, ve geç de olsa Pakistan'da herkesin onlarla dalga geçtiğini, hatta artık bu şakalardan pek hoşlanmadıklarını öğrendiğimde bildiğim bir kaç kelimelik Urdu ile "Me Patan, me Patan" diye dolanıyordum bile...
Patanlara göre kendileri yiğit mert ve zekiler. Pakistan'ın geleceği onlar ve Serhad ilinde yaşıyorlar. Dilleri de Paştu. ya da Pakhto, veya Paştuca veya Paştunca. Bu dil ile ilgili de bir sürü etnik kökenli fıkra var ama bunları anlatmayacağım.
Urdu dilini tüm halkın %20si biliyorken, ben nasıl olur da bir Patan olarak kendi dilim olan Pakhto dilini bilmem dedim, sonra da Urdu eğitimimi yarıda keserek Pakhto öğrenmeye başladım. İlk gün öğrendiğim kelimeleri de buraya not ediyorum: raşa, za, bas. yani gel git dur. Hayatımı idame ettirebilmek için yeterli bir kelime hazinem var. ya da haznem. Çok darda kalırsam diye de "oborora" yani "su getir" demeyi de aklımın bir köşesinde tutuyorum.
Sanırım şu andan itibaren Pakistan halkının %80'inden fazlasıyla anlaşabilecek konuma geldim. Emeği geçenlere çok teşekkür ederim.
Etiketler:
Khyber Pakhtunkhwa,
Pakhto,
Pakistan,
Pashto,
Peshawar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)