23 Şubat 2011 Çarşamba

İki isimli insanlar

Ben de onlardan biriyim, ama dost ve kardeş ülke Pakistan'da durum biraz farklı.

Burada neredeyse herkesin iki ismi var ama soyadı yok. Nasıl soyadı olmaz diyeceksiniz, yok işte. Bir kısım insanın var bir kısmının yok.
Soyadı ilginç bir kavram burada, soyadı babanın adı. mesela benim babamın adı Ali Veli olsun, benim adım da Abdurrahman, soyadım Ali oluyor, tüm ismim de Abdurrahman Ali.
Bazen babanın soyadını da almak isteyenler oluyor tabi, önemli bir soyadı ise, o zaman o kişinin adı da Abdurrahman Ali Veli oluyor, ama resmi kayıtlarda yine de Abdurrahman Ali yazmak zorunda kalıyorlar.

Peki, hani soyadı yoktu insanların diyeceksiniz, demeyin sakın. Abdurrahman Ali örneğinden yola çıkarak anlatabileceğim şu ki:
Pasaportta isim kısmına Abdurrahman Ali yazıp soyadını boş bırakıyorsunuz, veya soyadına Abdurrahman Ali yazıp ismini boş bırakıyorsunuz. Bazı yerlerde o yüzden -nasıl olduğunu ben de bilemiyorum- isim olarak Abdurrahman Ali soyadı yerine de Veli yazılabiliyor, ve diğer bazı yerlerde de isim olarak Abdurrahman soyadı yerine Ali Veli yazılabiliyor, ve daha kötüsü var.

Abdurrahman ismini Abdur ve Rahman olarak ikiye ayrılması tam bir fevkalbeşerriyet örneği. Adamın ismi Abdur soyadı Rahman Ali Veli olabiliyor -en uzun kombinasyon olarak-, evet olabiliyor. Olabiliyor.

Ayrıca son olarak hakikaten herkesin iki ismi var, Azamat Abdurrahman gibi, soyadı olarak da Ali Veli filan koyun. Muhakkak iki ismi var herkesin, Muhammad Siddique, Iftıkhar Ahmad, Taheer Baloch, Assef Ali, Jamil İshaq, Mahmood Sajjad, Seyful İslam, Tanwir Imran, Ashraf Raja, Syed Hassan gibi...

Mera naam Syed Muhammad Imran Azamat Khan he. Shukriye.

Not: Ayrıca biri bugün bana attığı mailde "Dear Mr. Emery" diye hitap etti. Baktım hemn sözlüğe, kesin bir anlamı vardır diye, "zımpara" demekmiş...

22 Şubat 2011 Salı

Türk Hava Yolları ve Pakistan International Airlines

Bugün ilk kez bir Pakistanlı'nın Türklere kırgın olduğunu öğrendim. THY ve PIA yüzünden hem de.
"Ama" dedim, "o iş aslında öyle değil.
Ve bu işler çok karışık"...
Sanırım anlatamadım ona da zaten.

Pakistan'ın Devrimler açısından Dünü Bugünü ve Yarını

Ha geldi ha gelecek, az kaldı, bu sefalet bitecek, dost ve kardeş ülke Pakistan o büyük 22 ailenin sultasından kurtulacak, dayanın ey mücahidin ve yoldaşlar filan derken dost ve kardeş ülke Pakistan devrim trenini kaçıracak  sanki...

Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın devrim geçmişi hakkında çok detaylı bir malumatım yok aslında. Kişisel görüşlerimi paylaşmam gerekirse...
-Blog yazarken bile görüşlerimi paylaşmak için (kendimden de olsa) izin istemem çok ilginç geldi bir anda ama konuyu dağıtmamak adına bunu başka blog yazılarıma saklamayı uygun görüyorum-

Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın kısa bir geçmişi hakkında bildiklerim:
Zamanında İngilizler'in geldiğini, sonra feci sömürdüklerini, sonra sanayi devrimi ile ve değişen ticaret yolları, kolaylaşan taşımacılık filan derken artık Dost ve kardeş ülke Pakistan'ın zirai rezervlerinin anlamını kaybetmesiyle İngilizlerin burayı terketmesi, giderken yaptıklarını yakıp yıkmaması -ki bu bence dost ve kardeş ülke Pakistan'ın çok büyük bir şansı, yoksa nerede sulama kanalı inşa etmek, nerede içme suyu, konut gibi yaşamsal ihtiyaçların sağlanması, hala İngilizlerin ekmeğini yemekteler çoğu yaşamsal ihtiyaç konusunda-, sonra Afganistan ve Hindistan ile kapışmalar, hiçbir ilerleme olmaması, sonra iç karışıklıklar, sonra Muhammed Cinnah ve Muhammed İkbal sayesinde biraz biraz kıpırdanmalar, sonra iç karışıklıklar, sonra biraz daha kıpırdanmalar, sonra Ziya ül Hak ve kıpırdanmalar, sonra iç karışıklıklar, sonra Benazir Butto ve ne yazık ki biraz kıpırdanmalar ama daha çok iç karışıklıklar ve sonra Asıf Ali Zerdari ve hala karışıklıklar falan filan  derken bugünlere geliyoruz.

Yani, biraz da üzülerek söylüyorum, dost ve kardeş ülke Pakistan'ın karnesi pek bir kötü...
Sanki tam ayağa kalkacaklar iken -ki bu benim iyimserliğim, gerçek olmadığını biliyorum ama dost ve kardeş ülke Pakistan'da yaşayan tüm dost ve kardeşlerim buna inanıyor diyebilirim- birileri kafalarına vurmuş, geri oturtmuş kalkmaya çalıştıkları yere gibi, ama işte değil.

Havadan mı sudan mı, yoksa başka bir şey mi, bilmiyorum, belki çok dervişane yaşadıklarından "kanaatkarlık" dost ve kardeş ülke Pakistan'ın halkını özetleyen bir kelime.

Fakirlikte sınır tanımayan dost ve kardeş ülke Pakistan'ın halkı, halinden çok mutlu aslında. Açıklamam gerekirse:
1) Sadece ateşin keşfedildiği ve daha sonra herhangi bir keşfin yapılmadığı yerler, -cilalı taş devrine henüz geçilmemiş olduğunu söyleyebilirim, zira toprak kaplar veya testiler vs cilalı değil.- [Gökten nimet olarak geldiğine inandığım metal kaşık çatal bıçak ve bardakları başka türlü açıklamam mümkün değil ]
2) Ateşin keşfinden sonra tekerleğin de keşfedildiği yerler, -Tekerlek buralarda karşımıza öküz arabası şeklinde çıkıyor, basit keşifler statüsünde ele alınabilir-
3) Tekerleğin keşfinden sonra yer yer bisikletin de görüldüğü yerler,
4) Bisiklet sonrası dönemi: Gökten düşme sonucu keşfedilen motor ve basit motorlu araçlar
5) Medeniyet dönemi: Toyota ve Honda gibi markalardaki araçları görebildiğiniz yerler
6) İleri seviye: Prado, Hummer, Mercedes, Porsche gibi arabaların görüldüğü yerler

6. (yazıyla altıncı) yani ileri dönem sadece İslamabad, Lahor ve Karachi'nin üst seviyesinde yaklaşık 5000 kişlik bir insan topluluğunun hayatında yer almakta. [Kısa bir matematik işlemiyle 5000 / 180000000 = %0.0027 lik bir bölümü ifade ediyor aslında, 2,77777778 × 10-5  dost ve kardeş ülke Pakistan'ın ihmal edilebilecek bir kısmı]

Neyse, konuya geri dönelim, bunları niye anlattım, ilk 4 (yazıyla dört) dönemi yaşayan dost ve kardeş ülke Pakistan halkına baktığınızda yüzlerindeki gülümsemeyi görebiliyorsunuz. Gerçekten gülümsüyorlar, ve gerçek gülümsüyorlar. Zaten dost ve kardeş ülke Pakistan gerçekleri yaşayan bir ülke. Yalan yok onlarda, pek bir samimi ve içtenler. Yok demeyi bilmezler, diyet kola istediğinizde diyet kola yoksa yok demezler, normal kolanın içine tatlandırıcı atarlar öyle getirirler. Hmmm, içtenliklerini anlatamamış olabilirim ama olsun, bu da böyle bir anımdır işte...

Devrim diyorduk?
Devrim için getto şart.[Daha önce kimse bu kadar açık ve net söylememişse kendimi kutluyorum] İnsanlar televizyon seyredecek, %0.0027lik bölüme özenecek, neden bizim böyle birşeylerimiz -artık o herneyse- yok diyecekler, internetleri olacak, arkadaşlarıyla siyasi meseleleri tartışacaklar, forumlarda birbirlerine küfür edecekler, neden biz hergün ekmek ve mercimek çorbası içiyoruz ki, çapli kebab, şami köfte yemiyoruz, ben de kola içmek istiyorum [hahah, bunu kandırmak için söyledim, kola heryerde], artık yeter! diyecekler.

Arkadaşlarım, Dostlarım, Yoldaşlarım, Mücahidin, Ey Pencaplılar, Sindiler, Beluciler, Patanlar, Potohariler ve Gilgit Baltistanlılar, ve dahi Azad Cemmu Kaşmirliler;
Hayatı boyunca bir kez şapli kebap yemiş bir insanı bu tat çok mutlu ediyorsa, bu tat o insana 5 yıl boyunca yetiyorsa ne yapabilirsin?
Hatta hayatı boyunca şehre inmemiş bir insanı bir kez bir günlüğüne büyük bir şehre götürsen ve sonra köye döndüğünde bunu 10 yıl boyunca anlatan bir insanın mutluluğunu nasıl bozacaksın?
Hayatı boyunca televizyon diye birşeyden haberi olmamış, elektrik ve içme suyu konusunda en ufak bir fikirleri bile olmayan  insanları nasıl bilgilendireceksin?

Zor...

17 Şubat 2011 Perşembe

16 Şubat 2011 Çarşamba

Dakika olmuş 70

Süper hızlı başladığımız bir maçtı, takım olarak bu maçı kazanacağımızdan ümitli olmak bir yana, bunun üstüne bir de şanlı bir zafer bile bekliyorduk.

Maçın ilk dakikaları başa baş bir mücadele sergilerdik diyebilirim, "sahada basılmadık yer kalmayacak" diye yola çıkmıştık, hakikaten de öyle oldu. Sahada basılamdık yer bırakmadık ve hücum oyununu sergilemek adına önce Khyber Pakhtunkhwa, sonra Punjab, sonra Belücistan ve Sindh bölgelerinde oyunumuzun en güzel yönlerini sergilemeye çalıştık. Devre aralarında bile boş durmadık, koştuk kurban kestik, koştuk boş alan aradık, koştuk gol atmaya çabaladık, ama böyle kapalı defanslara karşı oyunu açmak zordur, bunu da biliyorduk, erken gol bulamazsak üzülmeyecektik -aslında bu biraz yalan, ben erken gol bulamazsam üzülürüm hep-.

Azad Jammu Kashmir ve Gilgit Baltistan tarafları oyunumuzun aksayan yönleriydi, elimizden geldiğince kapatmaya çalıştık bu bölgelerdeki boşlukları ama zaten ana dört bölge bizi yeterince meşgul ediyordu, malum saha da epeyce geniş...

Neyse, oradan dene, buradan şansını ara, şuraları da kullanalım derken, bir baktım, benim tendonlarım bir anda atmaya, bağlarım kopmaya, kayışlarım gevşemeye (burada kayış anatomik bir elemanı simgelemekte), dilim dışarı sarkmaya, nefesim dışarıya verilememeye (çünkü nefes alamıyordum zaten artık) başlamış.

Dakika olmuş 60", kondüsyon da bir yere kadar idare ediyor, devre arasında içilecek su bulamadık ki biraz durup nefeslenelim, su yok, doğru düzgün besin yok, hep bir geçiştirme ile ikinci yarıya çıkmışım zaten, teknik direktör hala "koş koş, koşsana lan" diye bağırıyor, arada sahanın elektriklerinin gidip gelmesi zaten sinir bozucu, normal maçlarımı yaptığımız sahamızla 3 saatlik bir zaman farkı var, hakem biraz sorunlu bu konuda, sabah maça başladığımızda buranın saatine göre başlıyoruz ama maçın bitimini normalde maçlarımızı yaptığımız yerin saatine göre yapıyoruz zaten.Buna bir de karşı tarafın sert ve oynatmama üzerine kurulu oyun düzeni de tuz biber ve masala  ekiyor, bu masala yüzünden çoğu zaman kimyon tükürüyorum sahaya, Servet'in kulakları çınlasın -kafama çok sert darbeler aldım, inanılmaz sert şutlar yedim kafama kafama, maç öncesi bonservisi elinde genç bir fitbolcuyken şimdi, bakıyorum da bonservisimi maç sırasında sahaya düşürmüşüm, bir türlü bulamıyorum-.

Hem fiziksel hem de mental olarak bitmeye başladığım dakikalarda "Hoca değiştirin beni" dercesine el hareketleri filan yaptım, kimse oralı olmadı. -Zaten zor bir hareket, insan yorulunca ellerini işaret parmaklarını filan kontrol edemiyor, neyse-. Ne yazık ki hem defansif (burada yazar defansif sözcüğüyle idari yönünü kastediyor) hem de ofansif (burada da miyendiz tarafından dem vuruyor) oyun oynamamın getirdiği bir dezavantaj olsa gerek, mecburen devam ettik oyuna, ama gelene vuruyorum gidene vuruyorum, yok işin kötü tarafı hakemle de konuşmaya başladık, zaten beynime kan gitmiyor artık, ne dediğimi bile bilmiyorum, adam kart mart gösterse haklı tabi, ama hoca görmüyor bunu, bazen içimden diyorum ki "Hakemle konuşsam da atsa beni" de o da içime sinmiyor bir türlü. Ayıptır söylemesi, takımın en formda, en gözde ismi benim, takım arkadaşlarım biraz zayıflar bana göre, yok övünmek değil, vallahi öyle, kırılgan fitbolcular hepsi...

Neyse, biraz soluklanma girişimimde -ayakkabılarımın bağını bağlama numarası, kimse yemez biliyorum ama olsun, artık tükeniş vaktidir bu vakit-, işte o vakit hangi vakittir diye saate bakmak istedim, skorborda baktım, 70. dakika diyor.

İşte artık hem literally, hem figuratively çöktüm orada yere, "Hocaaaa!" diye bağırdım, yine duymadılar. Biraz dinleneyim, bakayım gücüm kalmış mı, sonra kalkacağım artık, ya soyunma odalarına doğru mağrur bir biçimde yürüyeceğim -ne yazık ki koşamıyorum artık-, ya da oyunda kalacağım da bu tam anlamıyla kalmak olacak işte, yoksa oyuna katkı filan beklemesin hiç kimse benden artık.

Ha, bir de ücretime zam meselesini konuşmak istiyordum bu maçtan sonra ama fitbolculuk hayatım bittikten sonra kim bana para verir bilmiyorum, ama öncelikli amacım iyi bir tatil...

Artık önümüzdeki maçlara bakacağız. Herhalde jübile maçı olacak o da...
Boş boş bakıyorum önümüzdeki maçlara. Anlamsızca, çok anlamsızca.

Ay takvimi


ufak not,
hilal görmek biraz sıkıntılı burada, sebebi de sanırım rüyet-i hilal komitesinin başı olan Shaykh-ul-Islam Dr.Tahir-ul-Qadri.
resmini ekte yolluyorum.
kurban bayramını da 2 gün geç başlatmışlardı. gerçi yine görememişlerdi ama utandılar sanırım ve artık tamamdır diyerek "hadi Eid Mubarak" dediler en sonunda...

Görememesi çok doğal bence :)



Melaba 3 (yazıyla üç)